31 Aralık 2016 Cumartesi

Magic Well of Remembering

Kocaman bir bahçe, yemyeşil, ortasında bir kuyu var. Taşları eski, taşlarının arasından otlar hatta minik çiçekler çıkmış. Üzerimde bembeyaz uzun bir elbise, saçlarım dağınık, bahçede koşuyorum. Sonra kuyunun yanına oturuyorum ve suyun dibine bakmaya başlıyorum. Berrak tertemiz bir su var içinde.. Bir anda aşırı susamış bir şekilde kenarda duran kovayı hırsla alıp büyük bir açlıkla kuyunun içine atıyorum. 'O su benim! Hepsi benim!' diye düşünürken bir yandan da kovayı çekiyorum, çektikçe ağırlaşıyor, hava kararmaya, şimşekler çakmaya başlıyor. Kovayı kucaklıyorum ve sudan içmeye başlıyorum. Ben içtikçe yağmur yağıyor, midem bulanıyor ama ben içmeye devam ediyorum. Çünkü o su benim! Ona sahip çıkmalıyım. Aslında sadece çamur içiyorum, kovanın dibinden taşlar çıkıyor ama kovayı bir daha kuyunun dibine atıyorum, çektikçe ağırlaşıyor. Bu sefer yılanlar sarılıyor vücuduma, sıkıyorlar vücudumu, karnımı sıkıyorlar, boğazıma dolanıyorlar. Kuyunun içine çekiyorlar beni, suyun dibine batıyorum, baktıkça çamurlaşıyor. Ağlıyorum, bir yandan bu bahçeden çıkmak istiyorum ama daha çok bahçemden defolup gitmelerini istiyorum, şimşekler çakıyor tepemde. Öyle ağlıyorum ki burnum kanıyor. Elbisem artık beyaz değil çamurlu, kanlı, pis.. Kuyu iyice içine çekiyor beni 'Her suyun bir bedeli var!' diyor. 'Dal içime, çamura bat, yılanlarla yüz!' 'Senin hakettiğin bu! Sen berrak su peşinde koşan bir hiçsin! O su senin değil ama sen onu istediğin için çamurda yüzeceksin!' Benim olan şeyin benim olmadığına inandırmaya çalışıyor beni. Yüzüyorum, dalıyorum suyun içine. Temizlemeye çalışıyorum, temizledikçe bulanıyor. Yılanların istekleri bitmiyor, sürekli beni sıkıyorlar. Suyumu temizlememe izin vermiyorlar. 'Gidin diyorum, istemiyorum sizi, bu kuyu benim, bu benim!' dinlemiyorlar. Bir yılan çıkageliyor 'Ben senin en yakın arkadaşınım, gel elimi tut sana yardım edeceğim.' diyor. Ben aslında kimsenin elini de istemiyorum ama o zorluğun içinde aptal gibi inanıyorum bir an. Sonra 'Ben sana elimi uzatmadım ki.' diyor. Battıkça batıyorum, varsa belki diye Tanrı'ya yalvarıyorum 'Lütfen öldür beni!' Tanrı daha da taşları örüyor kuyumun üstüne, taşlar örüldükçe kuyu daha da derinleşiyor. Yine de umursamıyorum, kuyumu temizlemeye, suyumu arıtmaya çabalıyorum. Arıtıp buradan çıkayım ki bahçeme çıkayım artık. Tam kuyudan çıkarken bir el uzanıyor. Cebelleşirken unuttuğum hislerimi çıkartıyor taa derinlerden. Aynı kuyunun dibi gibi, gün gün, an an çıkıyor çıkıyor... Ben bile fark etmiyorum. Sonra bakıyorum 'Aaa ben konuyu hiç böyle değerlendirmemiştim. Sadece kaoslarımız aynı sanmış, günümü geçirmiştim ama aslında çok derindeymiş aslında ben seviyormuşum bu eli.' diye düşünürken, el geri çekiliyor, ayağım kuyunun gibine düşecek gibi kaymaya başlıyor gibi olduyor ama tırnaklarımı kuyunun taşlarına geçiriyorum, kendimi yukarı çekiyorum ve sonunda bahçeye çıkıyorum... 

Biz hep 'duygusuz' olduğumuzu iddia edip o taşları öreriz ve insanların veya Tanrı'nın örmesine izin veririz. Bir zaman sonra o kuyu uzar ve derinleşir. Yukarıdan suya bakınca temiz sanarız ama dibi temiz değildir bunu da içine girince fark ederiz. Yok saymak maalesef bir çözüm değil. İnsan kendini hazır hissettiği anda o kuyuyla da, yılanlarla da, duygularla da yüzleşiyor. Sonra kendi içinde sindirip gitmesine izin veriyor. Zaten bu hayatın da amacı bu. Ruh tüm bunlarla yüzleşmek için vücut buluyor, yüzleşebilirse yoluna devam ediyor, yüzleşemezse yüzleşene kadar enkarne oluyor. Yüzleştikçe hafifliyor ve ışık olarak yoluna devam ediyor.. 





NOT: YouTube'da rastgele keşfettiğim müthiş bir insan Jason Stephanson'ın 'Magic Well of Remembering' guided meditation'ına ithafen yazıyorum bu yazıyı. Kendisine sonsuz teşekkürler, bilinçaltımı temizlemek, yoluma ışıkla devam etmek için çok faydası oldu. Herkese tavsiye ederim. Ne olursa olsun, yaşadığım her şey için mutluyum, zorlasa da, ölmek de istesem, katlanamasam da, duygularımı reddetsem de beni ben  yapan şey, bu dünyadaki varlığımın 'VAR' olduğunu bana hatırlatan şey benim duygularım, onlar da olmasa vücut sadece bir kütle.. 




13 Kasım 2016 Pazar

Never Land

Önceden spiritüel konular konuşmak istediğimde veya açmak istediğimde arkadaşlarım dalga geçer lafı ağzıma tıkarlardı. Şimdi ise sorular sormaya başladılar. İlk merak tabii ki bu işlere nasıl başladığım. Aslında ben de bir çok kişi gibi ‘Secret’ kitabıyla başladım. Sonra bir hafta içinde başıma saçma sapan şeyler gelince küfürü bastım, kitabı da yaktım. Evet ‘Yaktım!’ Sonra ablam bana ‘Bir Dilek Tut Hayatın Değişsin’ kitabını getirdi. Önce ablama kızdım, sonra ‘Bu Secret gibi değil.’ Deyince istemeyerek de olsa denedim. İçimdeki ses biraz dürttü açıkçası. Aslında benim spiritüel deneyimlerim çocukken başlamıştı. Bir gün yatırın yanından geçerken dua etmiştim sonra dedecik gece rüyama girdi ve deprem olacak diye beni uyardı. Ben de çok korktum ve annemi uyandırdım. Sanki bütün akşam ruhu yanımda oturdu. Kısa bir süre sonra da ’99 depremi olunca iyice korktum ve hislerimi kapattım. Secret aslında bir kazaydı, Cem Yılmaz o zamanlar ‘Kitap nişastanın yanında uyansana.’ Demiş olsaydı o kitabı hayatta elime almazdım. Neyse ‘Bir Dilek Tut Hayatın Değişsin’ e başlayınca başlarda çok zorlandım. Meditasyon yapamadım, başıma ağrılar girdi, Secret okuduğum zamanlardaki gibi bir anda final ödevi yaparken ana kart yanacak, bir anda hasta olacağım korkusu yaşamadım değil.. Hayırlısıyla bir şey olmadı ben de devam ettim. Meditasyonları yaparken de çok ah vah ettim. ‘Kafam çok çalışıyor, ben konsantre olamıyom yaaaaaaaa’ da dedim. Zamanla sakinleşmeye ve odaklanmaya başladım. Sonra klasik tesadüfler olmaya başladı. Hala hatırlıyorum, en ilginci, bir gün arkadaşımla telefonda Paris’e gitmekten bahsederken ayağıma bir şey takıldı. Ayağımı kaldırdım baktım, mavi renkli Eyfel Kulesi şeklinde bir küpe ayakkabımın altına saplanmıştı. Sonra bunun gibi tesadüfler arttı derken daha da inanmaya başladım. Sonralarına daha sonra değineceğim. Dört yıllık aralıktaki kısımlar zaten kitap konusu, film senaryosu..

Bu işlerin başlangıcı sanırım bir tesadüfle oluyor. Sonra ‘Benim kafam çok çalışıyor yaa, konsantre olamıyorum’ la devam ediyor. Sonra ‘Konuşacak kimseyi bulamıyorum, kimse beni anlamıyor’ la devam ediyor. Sonra bir anda meditasyon yaparken evrenin derinliklerinden duyduğunuz sesin peşine düşüyorsunuz ‘I’am looking for my moon light & sun shine’ kafanızda yankılanıyor. Bir sonrakinde o sesin sahibini başka bir meditasyonda görüyorsunuz. Sonra hiç ummadığınız bir anda, ummadığınız bir yerde karşınıza o kişi çıkıveriyor. Pont Neuf üzerinde yürürken, hologram gibi gördüğünüz kişinin fotoğrafını İnstagram’da görüyorsunuz. Sanırım sonraki aşaması da geleceği görmek, paralel evrenlerde gezinmek, geçmiş hayatlara göz gezdirmek oluyor. Sonrasına henüz eremedim. (Belki de ermişimdir ama söylemiyorumdur çünkü biraz anlatsam ‘Aman sen de herkesi/her şeyi gördün’ ‘Ne kullanıyon bana da söyle’ filan diyorlar. Ben de kendime saklıyorum. Neticede herkesin olgunluk derecesi, kapasitesi farklı. Ondan sormayana anlatmamak, beyinleri zorlamamak lazım. )

Benim gelişimim bu şekilde oldu ve devam ediyor. Bir görüşe ait hissetmiyorum, koskoca evrende sınırlanmaya da gerek duymuyorum. Bir şey merak edersem ‘Evren, melekler, tanrı veya diğer yaratıklar Helloooo!’ diyorum ve cevaplar illa ki geliyor. Bazen çekmece açılıyor, içinden kitap düşüyor, bazen meditasyonda görüyorum, bazen bir şarkı çalıyor.. Zaten bilgiler hep aynı bulma yöntemleri farklı ama aya, güneşe, çiçeğe, böceğe, ağaca saygımdan ve sevgimden dolayı en çok Şamanizm’e yakınım diyebilirim. Ağaca sarılıp, gökyüzüne başını kaldırdığında zaten bütün bilgiler orada. Parmaklarının ucunda, ayaklarının altında, gökyüzünün mavisinde :) 


16 Ekim 2016 Pazar

Sıfır Noktası

   Eveeett kutsal dolunay geldi çattı arkadaşlar. Bu dolunay yıkımların ve sonların yaşanacağı bir dolunay olduğu, eskiden sürünerek gelen her şeyin temizleneceği ve gideceği bir dolunay olduğunu okudum. Sonra düşündüm ‘Yıkıl, temizlen, sona gel aman Tanrım bir daha mı?’ Sonra tekrar durdum düşündüm, ‘Daha ne yıkılabilir ki?’ ‘Neyi sonlandırabilirim?’ İnanın sonlandıracak ve daha fazla yıkılacak bir şey bulamadım hayatımda. Bir anda dank etti ‘SIFIR NOKTASI’ Evet meşhur sıfır noktasına geldim. ‘Vaad edilmiş otuz yaşım çok kötü başladı.’ ‘Bu sene çok kötü bir sene.’ Derken bir anda sıfır noktasında olduğumu gördüm. Aslında vaadlerin en güzeline ulaşmışım ama şu ana kadar farkında değilmişim. Bütün olanlar bir bir gözümün önünden geçti ve aklıma çocukken gittiğim Tatilya geldi. Tatilya’da arkadaşlar beni zorla hız trenine bindirmişlerdi. ‘Hayır korkuyorum!’ dememe rağmen zorla beni oturtmuşlardı. Sonra tren yavaş yavaş yukarı tırmanmaya başladı. Orada artık kararımın kesin ve net olduğunu fark etmiştim, artık geri dönüşü yoktu.. Bir anda kafamda yankılandı ‘Kabullendiğin nokta, kabul ettiğin noktadır, sonra hareket başlar. Sonra en tepede bir an tren duraksadı, minik bir nefes almalık an..  ‘Haaaaaa……..’ dediğim anda tren son hızıyla tepeden aşağı iniyordu, ben sarsılıyordum, tam olarak etrafımı göremiyordum. Bir an gözlerimi kapattım, nedense gözlerimi kapatırsam daha hızlı geçeceğini umdum ama trenin toplam hareketi sadece 2 dakikaydı ve gözlerim açık da kapalı da olsa onunla yüzleşecektim. Sona yaklaşırken kalbim hala küt küt küt atıyordu, hızlı nefes alıp veriyordum. O an hiç bir şeyin anlamı yoktu, bir anda bütün her şey anlamını yitirmişti, tek düşündüğüm aşağı inmekti. Trenden indim, derin bir nefes aldım ve başarmıştım! Korkumla yüzleşmiş her salisesini deneyimlemiştim ve sonrası işte SIFIR NOKTASI, eskinin geride kaldığı sakinleyip diğer alternatiflere baktığın yer..  

   Her dolunayda istediklerimi kağıda yazıp yakma ritüeli yaparım ama bu sefer onun yerine trene bir daha binmemek üzere bir dua etmek (Hoʻoponopono yöntemi ile karışık) ve hoşça kal demek istedim. Hatta yoluma çıkan iyi & kötü bütün herkes ve her şeye karşı sevgi besledim. Onlar olmasaydı en değerli en temiz en sorunsuz noktaya ulaşamazdım. Benim durumumda olan bir sürü ruhun olduğunu da biliyorum onun için paylaşmak istedim çünkü bana çok iyi hissettirdi. Tüm kalbimle herkesin mutlu olmasını diliyorum ve bu akşamki meditasyonumda herkese güzel enerjiler yollayacağım. 

‘Şu zamana kadar sıfır noktasına gelmem için oluşan bütün koşullar, kişiler ve mekanlar; sizi seviyorum, lütfen beni affedin, teşekkürler, hoşçakalın. Hayat ŞİMDİ BAŞLIYOR, tüm güzelliği, bereketi ve huzuruyla..’

NAMASTE



16 Eylül 2016 Cuma

Tarık Akan

Not: Bu yazıyı ilk aşkım Tarık Akan’dan yola çıkarak yaklaşık bir ay önce yazmıştım. Toparlayamadığım ve bazı yerleri devrik olduğu için bir türlü paylaşmamıştım. Sabah Tarık Akan’ın öldüğünü öğrendim ve bu haliyle toparlamadan paylaşmak istedim. Işıklar içinde uyu Tarık Akan, Türkiye’nin en yakışıklı, ikonik adamıydın :) Seni izlemek, filmlerinle hayaller kurmak güzeldi (kapalı –e, senin söylediğin gibi)





‘’Bir Yeşilçam çocuğu olarak benim için  aşkın temsilcisi, uzun boyu, yeşil gözleri, serseri tavrı, önce mesafeli ve umursamaz sonra da dünyanın en büyük aşığı olan Tarık Akan’dı. Bir gün karşıma bir Tarık Akan çıktı. Uzun boylu, masmavi gözlü (orijinal Tarık Akan yeşil gözlü ama metafor işte), cool, serseri, uzak bir o kadar da samimi tavırlı... Bir anda kendimi ‘Yalancı Yarim’ filminde buldum, kafamda ‘Yalandan da olsa güzel (kapalı e) bir geceydi.’ çınlandı. Arkası dönüktü önce, sonra ayak seslerimi duydu, geri döndü ve gülümsedi. ‘Hello’ dedim (Yabancı olduğu her halinden belliydi), elimi uzattım, ben de O’na gülümsedim ‘Hello, my name is Julien Janvier.’ dedi. ‘My name is Bahar.’ Dedim. O sırada ormanda koştum, o geldi elimi tuttu birlikte koştuk falan, içimden dedim ki ‘Bu O!’  çok tanıdık bir his yarattı, daha sırtından anlamıştım O’nun ‘O’ olduğunu. Gerçekler hızlı bir şekilde sisleri dağıttı, mekan bu zamana geldi, film yok oldu. Telefonum çaldı, işe dönmem gerekti. Hoşçakallaştık ve işimin başına geri döndüm. Gel zaman git zaman, Tarık Akan’ı tekrar gördüm. Yine o uzun boyu, masmavi gözleri, dik duruşu.. Çarpıldım tabii, zaten ilk anda da çarpılmıştım da gerçeklerin yanında çarpılmamış gibi yaptım sanırım. O’ndan sonra da hayat hiçbir zaman eskisi gibi olmadı.’’

Oha Bahar! Peki Tarık Akan’ın bu hikayeden haberi var mı? Dedi arkadaşım, aşk üzerine konuşuyorduk. ‘Hayır yok.’ Dedim. ‘Bana birisi aşkı böyle tanımlasaydı, kesinlikle bırakmazdım, neden anlatmadın?’ dedi. Evet belki.. Ama aşk öyle bir şey değil ki, anlatmalık yani..  Bir yerde okumuştum, ruhlar re-enkarne olurken ve ölürken ikiye bölünürlermiş ve ruh parçaları birbirlerini bulmak için uğraşırlarmış. Ben onlardan bir tanesini bulduğum için şanslıyım (Diğerlerini de buldum gerçi). O’nun varlığı beni mutlu etmeye yetiyor. O’nu izlemek, İstanbul’dan gittiğini hissetmek; geri döndüğünü bilmek, gittiğinde kendimi eksik hissetmek, geri geldiğinde tamamlanmış olmak. Sırtı ağrıdığında; sırtımın ağrıması, her şeyden öte bana ayna olması ve bilmese de beni bütün tutması.. Derken bir gün yine denk geldik. Genelde de denk geliriz zaten, haberleşip görüşmüşlüğümüz yoktur. Birlikte kısa vakit geçirdik. Bir cümlesiyle yine beni kendisine aşık etti eşşek ‘Şu anda o kadar mutluyum ki, ölsem umurumda değil..’ Güldüm, hatta sonunu ben getirdim, ben bu cümleyi hep söylerim. O cümlesiyle Tarık Akan’dan sonra benim için ikinci bir aşk ikonu olmuştu. Çocuksu ve naif..

Evet aşk.. Koşulsuz, sonsuz sevgi.. Kesinlikle kıskanmak ve kıskanılmak değil bence. Küçük bir an, bir cümle, sana benzeyen biri, ruhunun diğer parçası. Diğer parçanı bulmak çok da üstüne bir şey aramamak, olduğu anda mutlu olmak ve sonsuz zamanın içinde birkaç saat sınırla, birlikte vakit geçirmeye saygı duymak ve sonuna kadar tadını çıkarmak, varlığını DNA’nda hissetmek.. Şimdilerde bakıyorum, arkadaşlarımla konuşuyorum, gözlem yapıyorum. Birini sevmenin ve ona aşık olmanın tek ölçütü KISKANMAK! Pardon? Kıskanmak bir kere negatif bir his, negatif bir kelime. ‘Sevgi.’ dediğin bir cümlenin içinde negatif bir şey varsa o ‘sevgi’ midir gerçekten? Yoo sanmıyorum. Biraz obsesyon olabilir, biraz alışkanlık, biraz minnet duygusu, biraz yılların getirdiği alışkanlık, biraz ‘Yasak Elma’ hissi olabilir ama sevgi olamaz.. Hele ki çocuklara atılan ‘Çocuğum var, sorumluluklarım var.’ Yükü hiç(!) olamaz!

Umarım herkes benim gibi şanslı olup ruhunun parçasını/parçalarını bulabilir ve bunun farkında olur ve aşka bakış açısı değişir. Öteki türlü ilişkiler biraz yavan ve boşlukta. Gereksiz döngüler içinde bulunmaktan, kendini ve karşındakini kandırmaktan ibaret, başka da bir şey değil. Çünkü zaten senin parçan değil..